Kime geçer sözüm?
Kendime mi, kapı önündeki kediye mi?
"Bir isteğin var mı abi?" diyen Alaattin'e...
Hükmüm kimedir, anama, babama,
Sevene, sevilene?
Gideni durdurabilirmiyim?
Ateşe gitme desem dönermisin?
21 Kasım 2010 Pazar
9 Kasım 2010 Salı
Ah Yalan Dünya
Hep sen mi ağladın hep senmi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlumu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada
Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada / (Neşet Ertaş)
Hiç bir satırını kesemedim.
Teşekkür Robin :-)
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlumu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Sen ağladın canım ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boş yere kandım
İrengi gözümde solan dünyada
Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada
Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada
Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada / (Neşet Ertaş)
Hiç bir satırını kesemedim.
Teşekkür Robin :-)
7 Kasım 2010 Pazar
Hoşgeldin Yeni Nefes...

Hoş geldin Arda bebek...
Alp amcan sigara içirmek için bekliyor,
Feyzi amcan rakı içirmek için bekliyor,
Volkan (baban oluyor, bağını kesmişti hatırlarsan) gece yarısı tatlı yedirmek için bekliyor,
Oben teyzen ve Metin amcan Efe'ye arkadaşlık yapman için bekliyor,
Gördüğün gibi yapacak çok işin var...
Hoşgeldin.
Yeni bir nefes getirdin bize.
5 Kasım 2010 Cuma
17 Ekim 2010 Pazar
Who's gonna drive you home...
Şarkılar vardır "taş gibi" anı olmuştur.
Daha ilk melodilerini duyduğunuzda kanatlanır, başka zamanlara gidersiniz. Acı tatlı anılarıyla.
İstanbul'a geldiğim ilk zamanlar. Yeni hayat, ilk iş ve yeni bir sevgili...
Benim için o zamanlarda dönüp dönüp dinlediğim, halen hiç aklımdan çıkmayan ve hep güzel anılar ve özlemle andığım ilk şarkı; In your room...
In your room
Where time stands still
Or moves at your will
Will you let the morning come soon
Or will you leave me lying here
...
In your room
Where souls disappear
Only you exist here
...
I'm hanging on your words
Living on your breath
Feeling with your skin
Will I always be here
Bir de o zamanlar, özünü daha yeni anladığım, başka bir şarkı vardı.
Bu şarkıyı dinleyen ben değildim aslında. Ya da hüzünlenen...
Who's gonna tell you when
It's too late
Who's gonna tell you things
Aren't so great
You can't go on
Thinking nothing's wrong, but bye
Who's gonna drive you home tonight
Who's gonna pick you up
When you fall
Who's gonna hang it up
When you call
Who's gonna pay attention
To your dreams
Who's gonna plug their ears
When you scream
You can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Who's gonna hold you down
When you shake
Who's gonna come around
When you break
You can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Oh you know you can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Bu şarkının benden ne istediğini daha geçen gün anladım...
İstediğini verdim...
Daha ilk melodilerini duyduğunuzda kanatlanır, başka zamanlara gidersiniz. Acı tatlı anılarıyla.
İstanbul'a geldiğim ilk zamanlar. Yeni hayat, ilk iş ve yeni bir sevgili...
Benim için o zamanlarda dönüp dönüp dinlediğim, halen hiç aklımdan çıkmayan ve hep güzel anılar ve özlemle andığım ilk şarkı; In your room...
In your room
Where time stands still
Or moves at your will
Will you let the morning come soon
Or will you leave me lying here
...
In your room
Where souls disappear
Only you exist here
...
I'm hanging on your words
Living on your breath
Feeling with your skin
Will I always be here
Bir de o zamanlar, özünü daha yeni anladığım, başka bir şarkı vardı.
Bu şarkıyı dinleyen ben değildim aslında. Ya da hüzünlenen...
Who's gonna tell you when
It's too late
Who's gonna tell you things
Aren't so great
You can't go on
Thinking nothing's wrong, but bye
Who's gonna drive you home tonight
Who's gonna pick you up
When you fall
Who's gonna hang it up
When you call
Who's gonna pay attention
To your dreams
Who's gonna plug their ears
When you scream
You can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Who's gonna hold you down
When you shake
Who's gonna come around
When you break
You can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Oh you know you can't go on
Thinking nothing's wrong
Who's gonna drive you home tonight
Bu şarkının benden ne istediğini daha geçen gün anladım...
İstediğini verdim...
20 Eylül 2010 Pazartesi
15 Eylül 2010 Çarşamba
Eller - Baba
Küçük yaşlarımdan aklımda babam ile ilgili kalan resim onun yüzü değil elleridir.
Yapılı, büyük, düzgün, hep bakımlı.
Ve o ellerden şefkat ve korkuyu aynı anda duydum hep.
O eller her zaman ya bir kalem ve cetvel veya gazete tutardı.
Babam yemek masasına eğilmiş, masada boydan boya aydınger, T cetvel, rapido kalemler. Çizerdi... Bu zamanlarda bir sürü barajın adını öğrendim. Ama masadan hep uzak durarak.
Masaya yaklaşmak, dokunmak yasaktı.
Yanlış çizilirse jilet elde, aydınger kazınırdı. Ne çok toz çıkardı. Sonra silgi... Ne hoş!
Benim için oyun, babam için göz nuru, emek demekti.
Şimdi bakıyorum o ellere, neler değişmemiş ki.
Neden o zaman da çekmedim acaba resmini.
12 Eylül 2010 Pazar
Birikenler
Çok şey birikti yine...
Unutmamak için:
Referandum (bertaraf olanlar ve biat edenler)
12 dev adam. Yarı final başarısının rehaveti, finalin garabeti.
İlişkiler, çözülmeler. Her yerde devam ediyor.
Yeni ofis düzeni. Eskisi daha mı iyiydi? Bir daha aynı karmaşa mı?
Satılan motor, yeniye özlem... Depoda dursun, benim olsun :-) Yenisi ne olsun?
Amerika'da sıraya girenler, bavul dolduranlar...
Yeni ev açanlar, sıkıntıların sadece aydınlıkların habercesi olduğunu görenler
Uzun uzun yazmak için bekleyeceğimize, bari notları zamana düşelim.
Ekkemek isteyen var mı?
Unutmamak için:
Referandum (bertaraf olanlar ve biat edenler)
12 dev adam. Yarı final başarısının rehaveti, finalin garabeti.
İlişkiler, çözülmeler. Her yerde devam ediyor.
Yeni ofis düzeni. Eskisi daha mı iyiydi? Bir daha aynı karmaşa mı?
Satılan motor, yeniye özlem... Depoda dursun, benim olsun :-) Yenisi ne olsun?
Amerika'da sıraya girenler, bavul dolduranlar...
Yeni ev açanlar, sıkıntıların sadece aydınlıkların habercesi olduğunu görenler
Uzun uzun yazmak için bekleyeceğimize, bari notları zamana düşelim.
Ekkemek isteyen var mı?
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Eller - Anne

Ellerimiz…
İlk Anne parmağına dolanır,
Sonra Baba’ya “baş baş” yapar.
Sonra sevgiliye sarılır, dokunur.
Bilir, bulur yolunu.
Gün olur öldürür,
Gün olur kurtarır.
Biriktirir…
O derinin altında herşeyi birikir.
Anılar, tatlar, hazlar.
Sevgiler, acılar.
Ama düşünmeyiz çoğu zaman.
İşte bunlar da Anne’min elleri…
Yukarıda yazılanlarla beraber.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Birikenler (Temmuz sıcağı)
Yazacak çok şey birikti... Az zamanda!
Bazen günler sanki damla damla, kovayı doldurmadan akıp gidiyor.
Bazen kova anında taşıyor, içimizdeki sıkıntı ve mutlulukların patlaması, taşması gibi.
Hayatın da dengesi yok. Belli bir ortalamada yaşasak? Hızlı iniş-çıkış şart mı?
Acaba bizim dengemizi böyle mi bozmaya çalışıyor hayat?
Nereden başlasam anlatmaya...
Önem sırasına koyalım desem, hepsi birbirinden önemli. Hepsi hayat akışını değiştiren olaylar.
Hepsi ya gülerek ya da hüzünle hatırlanacak önemli adımlar-kararlar.
Hepsinin ortak noktaları, kesinlikle hatırlanacak olmaları.
Buraya yazmamdaki gaye, olurda ben unutursam...
Banu İstanbul'a taşındı.
Artık kendi ayakları üstünde duracak. Ev idare etmenin zorluklarını anlayacak. Hayat mücadelesinin ne demek olduğunu yaşayarak kendisi görecek.
Çok uzun zamandır istediğim, doğrusunun bu olduğuna inandığım bir adımı attı.
Eminim, bugüne kadar kimse için kolay olmadı.
O'nun için de olmayacak.
Hayatını; günahı ve sevabıyla, yaptıkları-yapamadıklarıyla yüzde yüz kendisinin artık.
İnşallah iyi olur...
Karar verdim. El resimleri çekmeliyim.
Hikayesi olan ellerin resimlerini.
Ya da zaman içinde kendi hikayelerini yazacak ellerin.
Ne kadar önemli ama ne kadar detaylarda, gözlem dışında tuttuğumuz bir parçamız. Eldeki kırışıklara baktınız mı hiç yakından? Elin şekline, kıvrımlarına, deri altındaki hikayelere odaklandınız mı?
Çocukken tuttuğunuz anne-baba elini hatırlıyormusunuz?
Ya şimdi, en son ne zaman o ele dokundunuz? Farkı betimleyebilirmisiniz...
Derler ya, yüzü hayal mayal aklımda...
Ya eli, hiç aklımıza gelir mi?
Tamer'in hayatı son 2 ay içinde çok hızlı değişiyor.
Evet, herkesin hayatı değişiyor...
Ama şimdiki örnek biraz can yakıcı biçimde oluyor.
İyiyi doğruyu güzeli bulmak için bugün bir adım atıldı.
Daha güzel yarınlar umuduyla.
Aslında dün de bir adım atılmıştı... Daha önceki gün de...
Tüm o atılmış adımlar, verilmiş kararlar hep bugün içindi.
Ne yaman bir çelişki...
Acaba Volkan'ın dediği gibi mi; "bu hayata fazla anlam yüklemeyelim!"
Bütün bu olayların sonusunda şunu gördüm; Biz doğru insanlarız!
Biz; ben ve yakın çevrem. Arkadaşım dediğim, kardeşim diyebileceğim, yakın çevremde olan insanlar. Hayatıma girmiş olanlar. Birşeyler paylaştıklarım, hepsi.
Doğru insan; "kefil olabileceğim insan".
Şükürler olsun...
Bazen günler sanki damla damla, kovayı doldurmadan akıp gidiyor.
Bazen kova anında taşıyor, içimizdeki sıkıntı ve mutlulukların patlaması, taşması gibi.
Hayatın da dengesi yok. Belli bir ortalamada yaşasak? Hızlı iniş-çıkış şart mı?
Acaba bizim dengemizi böyle mi bozmaya çalışıyor hayat?
Nereden başlasam anlatmaya...
Önem sırasına koyalım desem, hepsi birbirinden önemli. Hepsi hayat akışını değiştiren olaylar.
Hepsi ya gülerek ya da hüzünle hatırlanacak önemli adımlar-kararlar.
Hepsinin ortak noktaları, kesinlikle hatırlanacak olmaları.
Buraya yazmamdaki gaye, olurda ben unutursam...
Banu İstanbul'a taşındı.
Artık kendi ayakları üstünde duracak. Ev idare etmenin zorluklarını anlayacak. Hayat mücadelesinin ne demek olduğunu yaşayarak kendisi görecek.
Çok uzun zamandır istediğim, doğrusunun bu olduğuna inandığım bir adımı attı.
Eminim, bugüne kadar kimse için kolay olmadı.
O'nun için de olmayacak.
Hayatını; günahı ve sevabıyla, yaptıkları-yapamadıklarıyla yüzde yüz kendisinin artık.
İnşallah iyi olur...
Karar verdim. El resimleri çekmeliyim.
Hikayesi olan ellerin resimlerini.
Ya da zaman içinde kendi hikayelerini yazacak ellerin.
Ne kadar önemli ama ne kadar detaylarda, gözlem dışında tuttuğumuz bir parçamız. Eldeki kırışıklara baktınız mı hiç yakından? Elin şekline, kıvrımlarına, deri altındaki hikayelere odaklandınız mı?
Çocukken tuttuğunuz anne-baba elini hatırlıyormusunuz?
Ya şimdi, en son ne zaman o ele dokundunuz? Farkı betimleyebilirmisiniz...
Derler ya, yüzü hayal mayal aklımda...
Ya eli, hiç aklımıza gelir mi?
Tamer'in hayatı son 2 ay içinde çok hızlı değişiyor.
Evet, herkesin hayatı değişiyor...
Ama şimdiki örnek biraz can yakıcı biçimde oluyor.
İyiyi doğruyu güzeli bulmak için bugün bir adım atıldı.
Daha güzel yarınlar umuduyla.
Aslında dün de bir adım atılmıştı... Daha önceki gün de...
Tüm o atılmış adımlar, verilmiş kararlar hep bugün içindi.
Ne yaman bir çelişki...
Acaba Volkan'ın dediği gibi mi; "bu hayata fazla anlam yüklemeyelim!"
Bütün bu olayların sonusunda şunu gördüm; Biz doğru insanlarız!
Biz; ben ve yakın çevrem. Arkadaşım dediğim, kardeşim diyebileceğim, yakın çevremde olan insanlar. Hayatıma girmiş olanlar. Birşeyler paylaştıklarım, hepsi.
Doğru insan; "kefil olabileceğim insan".
Şükürler olsun...
12 Temmuz 2010 Pazartesi
Var mi baska ustune soz?
* * *
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.
18 Şubat 1945
Piraye Nâzım Hikmet
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.
18 Şubat 1945
Piraye Nâzım Hikmet
Hayat zor zanaat üstadım...
Aşkın ömrü kaç yıldır?
Frédéric Beigbeder'e gör 3 yıl.
Bana göre; Artık bilmiyorum...
Artık bu konularda akıl dahi yürütmek istemiyorum.
Şunu biliyorum, insan değişiyor, zaman içinde yoğruluyor, bir gün öncesine göre farklılaşıyor. Eğer insan değişiyorsa çevresindeki herşeyi illaki değiştirmeye çalışıyordur. Bunun alternatifi olamaz.
Nihayetinde bencil varlıklarız, buna inanıyorum.
Sonuç; insan aşkını da değiştirir, ilişkisini de...
Devamı; ya biten ilişki ya da farklı ilişki. Seç beğen al uygula...
Devinime ayak uyduramayan gemiden atılır!
Eğer sonu buysa neden hala bunun peşindeyiz?
Bence olasılık!
Mutlu olabilme olasılığı, hayallerimiz, isteklerimiz... Ya tutarsa!
Hiç mi tutmuyor? Bilmem.
Peki çocuk kurtarıyor mu durumu?
Çevrede bir çok örnekte çocuğa rağmen kırılmış hayaller var.
Başka birşey olmalı.
İstek ve hayalleri, beklentileri azaltırsak bir faydası olur mu acaba?
Azaltabilirsek ne güzel. Ama insanız ve "İnsan insanın kurdudur!"
Zaman geçiyor kaygısı. Mahrum kalma korkusu. Benim neyim eksik sorgusu. Bunlarla nasıl baş edeceğiz?
Bu durumda neyin peşindeyiz. Hayatta neyi arıyoruz?
Varsa bir cevabınız, yazın lütfen.
Frédéric Beigbeder'e gör 3 yıl.
Bana göre; Artık bilmiyorum...
Artık bu konularda akıl dahi yürütmek istemiyorum.
Şunu biliyorum, insan değişiyor, zaman içinde yoğruluyor, bir gün öncesine göre farklılaşıyor. Eğer insan değişiyorsa çevresindeki herşeyi illaki değiştirmeye çalışıyordur. Bunun alternatifi olamaz.
Nihayetinde bencil varlıklarız, buna inanıyorum.
Sonuç; insan aşkını da değiştirir, ilişkisini de...
Devamı; ya biten ilişki ya da farklı ilişki. Seç beğen al uygula...
Devinime ayak uyduramayan gemiden atılır!
Eğer sonu buysa neden hala bunun peşindeyiz?
Bence olasılık!
Mutlu olabilme olasılığı, hayallerimiz, isteklerimiz... Ya tutarsa!
Hiç mi tutmuyor? Bilmem.
Peki çocuk kurtarıyor mu durumu?
Çevrede bir çok örnekte çocuğa rağmen kırılmış hayaller var.
Başka birşey olmalı.
İstek ve hayalleri, beklentileri azaltırsak bir faydası olur mu acaba?
Azaltabilirsek ne güzel. Ama insanız ve "İnsan insanın kurdudur!"
Zaman geçiyor kaygısı. Mahrum kalma korkusu. Benim neyim eksik sorgusu. Bunlarla nasıl baş edeceğiz?
Bu durumda neyin peşindeyiz. Hayatta neyi arıyoruz?
Varsa bir cevabınız, yazın lütfen.
1 Temmuz 2010 Perşembe
Açılımı Açalım (Kapalı Tarafı Kalmasın!)
“Hısımlık, hasımlığı ortadan kaldırır. Zaman zaman ikinci eşler de olmuştur. Bu bizim kültürümüzde vardır. Kanunlarımız buna müsait değildir ama maalesef Türkiye’de oluyor. İnsan belli bir yaşa gelmiştir, çocuğu olmuyor veya eşi rahatsızdır. (...) Bu gerçeği kabullenelim. İnsanlar, evlilik ihtiyaçlarını metres veya benzer şekilde tamamlıyor. Bu bölgelerden evlilik ve hısımlıkları artırarak, devletin de teşvikiyle önümüzdeki 30 yıl gibi bir sürede yaşanan sorunların aza ineceğine ve çözüleceğine inanıyorum. Yoksa askeri yöntemle kavga ve dövüşle çok ciddi bir şekilde çözüleceğine ben inanmıyorum.”
Halil Bakırcı
Rize Belediye Başkanı
Halil Bakırcı
Rize Belediye Başkanı
25 Mayıs 2010 Salı
Nefes...
Yunus'un sözleri ile;
...
Nice bu dert ile yanam
Ecel ere birgun olem
Meger ki sinimde bulam
Soyle garip bencileyin
...
Nice bu dert ile yanam
Ecel ere birgun olem
Meger ki sinimde bulam
Soyle garip bencileyin
Bir garip olmus diyeler
Uc günden sonra duyalar
Soğuk su ile yualar
Soyle garip bencileyin
Her ölüm erken derdi anneannem.
Tamer kardesim "arkada 'keske' diyecek birsey kalmadi" dedi.
Önemli olan da bu belkide...
Hayat devam ediyor. Acısıyla tatlisiyla.
Ya sabır!!!
21 Nisan 2010 Çarşamba
1 Nisan 2010 Perşembe
Birey-Toplum-Özgürlük... Deneme
Okulda defterime, Sırama ağaçlara
Yazarım adını…
Devamını içinizden getirdiğinize, mırıldandığınıza eminim!
Evet okulda sırama yazdım. Ama temizlik teftişi öncesi tüm yazdıklarımı yine bana temizlettiler.
Demek ki sıraya yazmakla, kazımakla özgür olma arasında bir bağ yok! Hatta şahsen bir cezadan dahi bahsedebilirim!
Uzun süre özgürlük deyince aklıma Richard Bach ve muhteşem kahramanı Jonathan Livingstone gelmiştir. Martı…
Dalgalı sergüzeşt dönemlerimde özgürlük benim için sonsuz gökyüzünde alabildiğince kanat çırpabilmek, gönlümce uzaklara uçabilmek, hesapsız yaşayabilmekti.
Ben olmaktı.
Birey olmaktı.
Bağımsızlıktı.
Acaba ne zaman böyle özgür olabilirim diye kendi kendime soruyordum…
Babama efelendiğim dumanlı zamanlardı.
“Ah bir onsekizime gireyim siz o zaman görürsünüz.”
Cevap her daim hazırdı;
“Bekleme o kadar. Hemen topla bavulunu! “
Zamanla insan değişiyor, düşünceler değişiyor… Sorular da değişiyor.
Şairin dediği gibi;
“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı”
Peki şimdi?
Bireyin özgürlüğü nerede başlar, nerede biter? Toplum özgürlüğü hangi noktada bayrağı bireyden devir alır? Bireyin özgürlüğü ile toplumun özgürlüğü arasında nasıl bir ilişki vardır?
Özgürlük kısıtlanabilir mi?
Yani artık farklı sorular soruyorum.
Bu konu üzerine düşünmeye başlayınca aklıma hepimizin bildiği en basit soru geldi.
Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?
Doğrusu ben her zaman bireysel özgürlüğü savunan birisi oldum. Hatta bu yüzden bazı durumlarda yakın çevrem ile fikir ayrılığı yaşadığım, yadsındığım dahi olmakta.
Birey olarak akıl ve hikmet sahibi bir kişinin kendi özgür iradesi ile karar alabilmesi, uygulayabilmesi ve sonucuna katlanabilmesi gerekliliğine inanmaktayım.
Eski hikaye aslında; sonunda her koyun kendi bacağından asılıyor!
Burada sonuca katlanabilmekten bahsediyorsak, alınacak kararda da maksimum özgür olmak şartını kabul etmeliyiz. Önceden belirlenmiş, bireye tevdi edilmiş seçenekler arasından yapılacak seçim sadece eşitler arasından ehven-i şer’in seçilmesi olabilir.
Kanımca bireye içlerinden özgürce seçim yapabileceği maksimum sayıda seçenek sunmak ideal toplumun görevi ve sorumluğudur.
Peki nedir toplumun sorumlulukları?
1)Eğitim… Birey, ancak seçeneklerinin neler olduğunu, anlamlarını, sonuçlarının nereye varabileceğini biliyorsa yapacağı seçim ve alacağı kararlar sağlıklı olabilir.
Yani toplum bireyin eğitiminden sorumludur!
2)Atmosfer… Birey seçimlerinden ve bunların sonuçlarından ayıplanmıyorsa, kendisine ve kararlarına değer veriliyorsa özgürce karar verebilir.
Toplum bireyin başlı başına bir değer olduğunu kabul ediyor ve bunu kendisine hissettiriyorsa.
3)Ortak değerler… Birey kendi özgürlüğünün sınırlarını biliyor, nerede toplumsal tepkinin başlayacağından haberdar ise özgürlük oyun alanı yaratılmış demektir.
Üzerinde el sıkışılmış yazılı-yazısız ortak değerlerin yaratılması.
4)Devrim… Yukarıda yarattığımız ortak değerler sınırının her zaman esneyebileceği, dışa doğru esnetilmesi gerektiği, gelişim ve değişimin buradan geçtiğini ve buna devrimsel özgürlük dendiğini birey ve toplum kabul ediyor olmalı.
Bütün bu maddeleri özetlemek için Voltaire “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi özgürce söylemek özgürlüğünüzü sonuna dek savunacağım” demiş.
Ben bu cümlede hem o devrimci söylemi, hem özgürlüğü hem de eğitilmiş insan aklının izlerini sürebiliyorum.
Özgürlük bireysel ve toplumsal anlamda ve her alanda yaşayan, soluk alan, gelişen sosyal bir olgudur. Ancak ve ancak nefes almasını sürdürdükçe gelişebilir.
Kesintiye uğradığı zamanlarda özgürlük ancak özlem ile anılır ve tekrar eski seviyesine çıkması ne yazık ki inişi kadar hızlı olmaz.
Bu önermeyi hem zihinsel özgürlük hem de fiziksel özgürlük için söylüyorum.
Toplum aslında yukarıda saydığım dört ana maddeden sonuncusu için her daim tedirgin olmuştur.
Devrim ve değişim; Mevcut statik durumun değişmesi, yeni dengelerin oluşması ve “süresiz süreli belirsizlik” anlamına geldiği için toplum kendini korumak için zaman zaman ve farklı coğrafyalarda özgürlükleri kısıtlama yoluna gitmiştir. Bunu bir bakıma genelin kendini özelden, toplumun bireyden koruma mekanizması diye düşünebiliriz.
Bu kendini koruma hem zihinsel – düşünsel anlamda hem de bunun yetersiz olduğuna “kanaat getirildiği” durumlarda fiziksel özgürlükleri kısıtlamak olarak hayata geçmiştir.
Kaderin cilvesi, özgürlüğü kısıtlanan birey hem topluma daha fazla baş kaldırmış, hem de daha verimli, eleştirel, korkusuz, özgürlükçü fikirler - eserler yaratmıştır. Toplum kendini korumaya çalışırken kendisi için tehlike olarak gördüğü tehlikesi katsayını arttırmıştır.
Bir başka örnek de Emile Zola’dan vermek istiyorum, meşhur Dreyfus davası…
Kısaca özetlemek gerekirse; 1894 yıllında Yüzbaşı Dreyfus ajanlık ile suçlanmış, mahkeme kararı ile rütbesi sökülmüş ve sürgüne gönderilmiştir.
Emile Zola Dreyfus’un suçsuzluğuna kani olunca 1 Ocak 1898 tarihli L’Aurore gazetesi ilk sayfasında Fransa Cumhurbaşkanı’na hitaben, “Suçluyorum!” Başlığı ile Dreyfus’u yargılayanlar, mahkum edenler ve bu kararı destekleyen herkes hakkında tek tek suçlamalarını dile getirmiştir. İki tam sayfa.
Bir tarafta birey olarak Emile Zola, diğer tarafta karar vermiş, kararından her ne pahasına olursa olsun dönmemek üzere direten düzen-toplum.
Emile Zola’ya birey olarak bu özgürlüğü veren, aşılayan bu yönde eğiten toplum sonunda Emile Zola’yı da yargılayıp mahkum etmek pahasına kararında diretmiştir.
Seneler sonra, 1906 yılında Dreyfus aklanmış ve kendi süvari birliği önünde Legion d’honneur nişanı ile onurlandırılmıştır.
Sonuç olarak ben bireysel özgürlüğün güvence altına alındığı, desteklendiği durumlarda toplumsal ilerlemenin daha hızlı yaşandığını düşünüyorum.
Sonuçta birey toplumu iterken toplum da bireyi çekmekte!
Ya da tam tersi… Ama sonuç aynı.
Başladığım şiiri bitireyim…
Geri gelen sağlığa, Geçen her tehlikeye
Bir sözün çoşkusuyla, Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!
Yazarım adını…
Devamını içinizden getirdiğinize, mırıldandığınıza eminim!
Evet okulda sırama yazdım. Ama temizlik teftişi öncesi tüm yazdıklarımı yine bana temizlettiler.
Demek ki sıraya yazmakla, kazımakla özgür olma arasında bir bağ yok! Hatta şahsen bir cezadan dahi bahsedebilirim!
Uzun süre özgürlük deyince aklıma Richard Bach ve muhteşem kahramanı Jonathan Livingstone gelmiştir. Martı…
Dalgalı sergüzeşt dönemlerimde özgürlük benim için sonsuz gökyüzünde alabildiğince kanat çırpabilmek, gönlümce uzaklara uçabilmek, hesapsız yaşayabilmekti.
Ben olmaktı.
Birey olmaktı.
Bağımsızlıktı.
Acaba ne zaman böyle özgür olabilirim diye kendi kendime soruyordum…
Babama efelendiğim dumanlı zamanlardı.
“Ah bir onsekizime gireyim siz o zaman görürsünüz.”
Cevap her daim hazırdı;
“Bekleme o kadar. Hemen topla bavulunu! “
Zamanla insan değişiyor, düşünceler değişiyor… Sorular da değişiyor.
Şairin dediği gibi;
“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı”
Peki şimdi?
Bireyin özgürlüğü nerede başlar, nerede biter? Toplum özgürlüğü hangi noktada bayrağı bireyden devir alır? Bireyin özgürlüğü ile toplumun özgürlüğü arasında nasıl bir ilişki vardır?
Özgürlük kısıtlanabilir mi?
Yani artık farklı sorular soruyorum.
Bu konu üzerine düşünmeye başlayınca aklıma hepimizin bildiği en basit soru geldi.
Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?
Doğrusu ben her zaman bireysel özgürlüğü savunan birisi oldum. Hatta bu yüzden bazı durumlarda yakın çevrem ile fikir ayrılığı yaşadığım, yadsındığım dahi olmakta.
Birey olarak akıl ve hikmet sahibi bir kişinin kendi özgür iradesi ile karar alabilmesi, uygulayabilmesi ve sonucuna katlanabilmesi gerekliliğine inanmaktayım.
Eski hikaye aslında; sonunda her koyun kendi bacağından asılıyor!
Burada sonuca katlanabilmekten bahsediyorsak, alınacak kararda da maksimum özgür olmak şartını kabul etmeliyiz. Önceden belirlenmiş, bireye tevdi edilmiş seçenekler arasından yapılacak seçim sadece eşitler arasından ehven-i şer’in seçilmesi olabilir.
Kanımca bireye içlerinden özgürce seçim yapabileceği maksimum sayıda seçenek sunmak ideal toplumun görevi ve sorumluğudur.
Peki nedir toplumun sorumlulukları?
1)Eğitim… Birey, ancak seçeneklerinin neler olduğunu, anlamlarını, sonuçlarının nereye varabileceğini biliyorsa yapacağı seçim ve alacağı kararlar sağlıklı olabilir.
Yani toplum bireyin eğitiminden sorumludur!
2)Atmosfer… Birey seçimlerinden ve bunların sonuçlarından ayıplanmıyorsa, kendisine ve kararlarına değer veriliyorsa özgürce karar verebilir.
Toplum bireyin başlı başına bir değer olduğunu kabul ediyor ve bunu kendisine hissettiriyorsa.
3)Ortak değerler… Birey kendi özgürlüğünün sınırlarını biliyor, nerede toplumsal tepkinin başlayacağından haberdar ise özgürlük oyun alanı yaratılmış demektir.
Üzerinde el sıkışılmış yazılı-yazısız ortak değerlerin yaratılması.
4)Devrim… Yukarıda yarattığımız ortak değerler sınırının her zaman esneyebileceği, dışa doğru esnetilmesi gerektiği, gelişim ve değişimin buradan geçtiğini ve buna devrimsel özgürlük dendiğini birey ve toplum kabul ediyor olmalı.
Bütün bu maddeleri özetlemek için Voltaire “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi özgürce söylemek özgürlüğünüzü sonuna dek savunacağım” demiş.
Ben bu cümlede hem o devrimci söylemi, hem özgürlüğü hem de eğitilmiş insan aklının izlerini sürebiliyorum.
Özgürlük bireysel ve toplumsal anlamda ve her alanda yaşayan, soluk alan, gelişen sosyal bir olgudur. Ancak ve ancak nefes almasını sürdürdükçe gelişebilir.
Kesintiye uğradığı zamanlarda özgürlük ancak özlem ile anılır ve tekrar eski seviyesine çıkması ne yazık ki inişi kadar hızlı olmaz.
Bu önermeyi hem zihinsel özgürlük hem de fiziksel özgürlük için söylüyorum.
Toplum aslında yukarıda saydığım dört ana maddeden sonuncusu için her daim tedirgin olmuştur.
Devrim ve değişim; Mevcut statik durumun değişmesi, yeni dengelerin oluşması ve “süresiz süreli belirsizlik” anlamına geldiği için toplum kendini korumak için zaman zaman ve farklı coğrafyalarda özgürlükleri kısıtlama yoluna gitmiştir. Bunu bir bakıma genelin kendini özelden, toplumun bireyden koruma mekanizması diye düşünebiliriz.
Bu kendini koruma hem zihinsel – düşünsel anlamda hem de bunun yetersiz olduğuna “kanaat getirildiği” durumlarda fiziksel özgürlükleri kısıtlamak olarak hayata geçmiştir.
Kaderin cilvesi, özgürlüğü kısıtlanan birey hem topluma daha fazla baş kaldırmış, hem de daha verimli, eleştirel, korkusuz, özgürlükçü fikirler - eserler yaratmıştır. Toplum kendini korumaya çalışırken kendisi için tehlike olarak gördüğü tehlikesi katsayını arttırmıştır.
Bir başka örnek de Emile Zola’dan vermek istiyorum, meşhur Dreyfus davası…
Kısaca özetlemek gerekirse; 1894 yıllında Yüzbaşı Dreyfus ajanlık ile suçlanmış, mahkeme kararı ile rütbesi sökülmüş ve sürgüne gönderilmiştir.
Emile Zola Dreyfus’un suçsuzluğuna kani olunca 1 Ocak 1898 tarihli L’Aurore gazetesi ilk sayfasında Fransa Cumhurbaşkanı’na hitaben, “Suçluyorum!” Başlığı ile Dreyfus’u yargılayanlar, mahkum edenler ve bu kararı destekleyen herkes hakkında tek tek suçlamalarını dile getirmiştir. İki tam sayfa.
Bir tarafta birey olarak Emile Zola, diğer tarafta karar vermiş, kararından her ne pahasına olursa olsun dönmemek üzere direten düzen-toplum.
Emile Zola’ya birey olarak bu özgürlüğü veren, aşılayan bu yönde eğiten toplum sonunda Emile Zola’yı da yargılayıp mahkum etmek pahasına kararında diretmiştir.
Seneler sonra, 1906 yılında Dreyfus aklanmış ve kendi süvari birliği önünde Legion d’honneur nişanı ile onurlandırılmıştır.
Sonuç olarak ben bireysel özgürlüğün güvence altına alındığı, desteklendiği durumlarda toplumsal ilerlemenin daha hızlı yaşandığını düşünüyorum.
Sonuçta birey toplumu iterken toplum da bireyi çekmekte!
Ya da tam tersi… Ama sonuç aynı.
Başladığım şiiri bitireyim…
Geri gelen sağlığa, Geçen her tehlikeye
Bir sözün çoşkusuyla, Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!
Karalama
Atitila İlhan ağbim ne güzel demiş...
elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
...
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
...
akşamsa eylül'se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni.
bazen kısa cümleler, daha öz ve daha net oluyor.
paragraflar boyu anlatmak istediklerimiz iki kısa cümle, iki kısa beyit ile daha güzel özetleniveriyor.
bazen anlatabildiğimizi zannediyoruz.
ama sadece zannediyoruz.
gel gör ki içimiz başka kabarıyor, kelimeler başka akıyor.
bu zamanlarda Attila İlhan'a ihtiyaç duyuyor insan.
Gel de anlat Attila ağbi.
Ben beceremedim, sen tercüman ol bana...
elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
...
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
...
akşamsa eylül'se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni.
bazen kısa cümleler, daha öz ve daha net oluyor.
paragraflar boyu anlatmak istediklerimiz iki kısa cümle, iki kısa beyit ile daha güzel özetleniveriyor.
bazen anlatabildiğimizi zannediyoruz.
ama sadece zannediyoruz.
gel gör ki içimiz başka kabarıyor, kelimeler başka akıyor.
bu zamanlarda Attila İlhan'a ihtiyaç duyuyor insan.
Gel de anlat Attila ağbi.
Ben beceremedim, sen tercüman ol bana...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
son söz:
hayat; sen ilerisi için plan yaparken yaşadıklarındır.